30 Eylül 2010 Perşembe

mutluluk..

Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor.
Sanıyoruz ki çok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız. 
Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi? Çevremiz de kaç kişinin aşk hayati iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hiç kimse yanlısın nerede olduğunu da bulamıyordur. 
Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların es ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan es ruhumuzu bulmak gibi bir sansımız olmadığına da eminim... İste bu yüzden içimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yasıyoruz hepimiz, iste bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve iste bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz... 
Gerçekte hız çağında yasıyoruz. Her şey o kadar hızlı gediyor ki, ne ise, ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor. Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz. Bu yüzden bütün ilişkiler yarim yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük. Sevmeye bile vaktimiz yok bizim. 
Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz. Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor. İslerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok iste! Bence doğanın kara bir laneti Biz ondan uzaklaştıkça, o da bizden bütün zamanları çalıyor. 
Milan Kundera ´yavaşlık´ adli kitabında; ´yavaşlık hep aldatır,hızlılık ise unutturur´ diyor. Telefon hızlılık mesela, konuşulanları, söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaşlık, hep vardır ve hep hatırlatır. Evet freni patlamış kamyon gibi yasamanın hiç anlamı yok. Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık. 
Aceleye ne gerek var?
Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü hızlı ya da yavaş...
Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, basari da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...



Can DÜNDAR


29 Eylül 2010 Çarşamba

Kadınlar unutmaz ama ne çok affederler!

Haluk Bilginer bir tv söyleşisinde "erkekleri uyarıyorum" diyerek söze başlayıp "biz erkekler neyi ne zaman söylediğimizi bile unuturuz ama kadınlar hiçbir şeyi unutmaz" dedi ya...
Haksız sayılmaz.
Sanki tablo şöyledir: Erkekler unutarak yaşar, kadınlar hatırlayarak!
Erkeklere göre "her şeyi bir kenara yazar" kadınlar!
Yal...nız zihinlerine mi kaydederler? Hayır!
Onların unutmaya karşı direniş ayinleri vardır. Günlük tutarlar, listeler yaparlar, ikide bir fotoğraf albümlerini karıştırırlar. Facebook'u geçmişi kazımak için, twitter'ı "not düşmek" için kullanırlar.
***

Unutmak, muktedirlerin uykusudur.
Hatırlamak ise güçsüzlerin ve kaybedenlerin silahıdır.
Çocuklar, ihtiyarlar ve kadınlar bu yüzden unutkanlıktan ölesiye korkarlar!
Hem şu hayat dediğimiz...
Bir tür zücaciye dükkânı değil midir?
Biz erkekler fil gibi dalarız hayata! Öyle öğretilir, öyle önerilir bize!
Bunu beceremezsek...
Kopar, ezilir, bir kıyıya itiliriz.
O yüzden "erkek olmak" biraz da girdiğimiz yerin zücaciye olduğunu, kırılıp döküleceğini unutmak anlamına gelir!
Kadınlar bıkmadan usanmadan hatırlatır: "Bak o çok değerli vazoydu, kırıldı! Şu tabak takımını da kırma sakın!"


Hatırlamak canlı tutar ama can yakar!
Unutan, canının yanmasından en çok korkandır!
Oysa kadınlar...
Biliyoruz...
Acıdan değil, affedememekten korkarlar! Unutmazlar ama ne çok affederler!
Peki ne zaman, niçin ve nasıl unutur kadınlar?
Ne kadarını unuturlar?
Geçenlerde Alzheimer hastası bir kadının mektubunu okudum.
Belki de yukarıdaki soruların cevabı, her aklıma gelişinde içimi derinden ürperten bu mektupta saklanıyordur.
Belki bana öyle geliyor da, yanılıyorum.
***

Malum, Alzheimer hastalığının ileri dönemleri hafıza kaybının en umutsuz halleridir. Ben kimim, bu insanlar kim, bana neler oluyor? Bu sorular anlamını yitirir.
Sözünü ettiğim mektup kocası sekiz yıl önce ölmüş, bir bakımevinde yaşayan seksen üç yaşında Alzheimer'lı bir kadına ait...
"Sevgili kocacığım... Burada eski arkadaşlarla tatil yapıyoruz ve birlikte güzel bir hafta geçirmeyi planlıyoruz. Az önce senden ayrılmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu anladım. Umarım sonunda her şey ikimiz için de tekrar yoluna girer. Çünkü bu şekilde ayrılmamız çok üzücü. Buradaki insanlar iyi. Bunu hesaba katmamıştık. Böyle soğuk biçimde ayrılmamız kötü oldu bence... Neyse kocacığım, bir haftaya kadar eve dönerim. Tek umudum eve döndüğümde aramızın iyi olması. Kocaman öpüyorum.
Seni hâlâ seven karın."

Haşmet Babaoğlu


ıssız adam...


Karların üstünde donmak üzeresin Uyku tatlı geliyor şimdi ama aslında öldüğünün farkında değilsin... 


Issız Adam


Zaman...

Zamanla yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır
anlamları, önemi kavranır. Bir zamanlar anlamadan yaşadığın
şey, çok sonra değerini kazanır. Yokluğu derin ve sürekli bir sızı
halini alır.
Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık    
Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
Her şeye iyi gelen zaman sizi kanatır... 

Murathan Mungan

28 Eylül 2010 Salı

Yüreğinin Götürdüğü Yere Git..

Yolunu yitirdiğini, şaşırdığını hissettiğin zaman ağaçları düşün, onların büyüme biçimini anımsa. Unutma ki yapraği gür ama kökü zayıf bir ağaç ilk güçlü rüzgarda devrilir, oysa kökü güçlü ve az yapraklı ağaçta can suyu binbir güçlükle dolaşır. Kökler ve yapraklar aynı ölçüde gelişmelidir, olayların içinde ve üzerinde olmalısın, ancak böyle gölge ve sığınak sunabilir, ancak böyle doğru mevsimde çiçekler ve meyvelerle donanabilirsin.
Ve sonra, önünde pek çok yol açılıp sen hangisini seçeceğini bilemediğin zaman, herhangi birine, öylece girme, otur ve bekle. Dünyaya geldiğin gün nasıl güvenli ve derin derin soluk aldıysan, öyle soluk al, hiçbir şeyin senin dikkatini dağıtmasına izin verme, bekle ve gene bekle. Dur, sessizce dur ve yüreğini dinle. Seninle konuştuğu zaman kalk ve yüreğinin götürdüğü yere git.




Yanlışlık yapmak doğaldır, ama bunlardan ders çıkarmadan ilerlemek bir yaşamın anlamını yitirmesine yol açar. Başımıza gelenler hiçbir zaman nedensiz değildir, her birinin kendi anlamı vardır. Her karşılaşma, her küçük olay kendi içinde bir anlam barındırır. İnsanların kendi kendini anlayabilmesi, onu kabullenebilme yetisinden, herhangi bir anda yön değiştirebilme becerisinden, kertenkeleler gibi mevsim değişikliklerinde eski deriyi terk edebilmesinden doğar.

Ne yazık ki sabun köpüklerine takılıp havalarda uçmuyoruz mutluluk içersinde; yaşamlarımızda hep bir önce ve sonra var ve bu önce ile sonra, bir av üzerine atılan bir ağ gibi konuyor üzerimize. ... Bir zamanlar okuduğum bir Hint kitabına göre bütün güç kaderin elindedir, irade gücü yalnızca bir bahanedir. Bunu okuduktan sonra içimi müthiş bir huzur kaplamıştı. Ne var ki ertesi gün birkaç sayfa okuyunca, kaderin geçmişteki davranışlarımızın bir sonucu olarak oluştuğunu, kaderimizi kendi ellerimizle bizim çizdiğimizi gördüm. Böylece baslangıç noktasına geri döndüm. Bu düğümün çözüm noktası nerededir diye sordum kendime. İpin hangi ucu çözer yumağı? Bir ip mi yoksa zincir mi söz konusu? Kesilip koparılabilir mi, yoksa bizi sonsuza dek sarıp sarmalar mı?


13 Eylül 2010 Pazartesi


Gidene kal demeyeceksin.       

Gidene kal demek zavallılara,
Kalana git demek terbiyesizlere,
Dönmeyene ...dön demek acizlere,
Hak edene git demek asillere yakışır.
Kimseye hak etmediğinden fazla değer verme,
yoksa değersiz olan hep sen olursun...

Düşün...
Kim üzebilir seni senden başka?
Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen?
Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen?
Kim yıkar, yıpratır sen izin vermezsen?
Kim sever seni, sen kendini sevmezsen?
Her şey sende başlar, sende biter...
Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme, tükettirme içindeki yaşama sevgisini...

Hayat sana ekşi limonlar sunarsa, sen de tekila ve tuz iste ...-

NIETSZCHE

Öyle bir hayat yaşıyorum ki



Öyle bir hayat yaşıyorum ki,     
Cenneti de gördüm cehennemi de 
Öyle bir aşk yaşadım ki 
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de. 
Bazılar seyrederken hayatı en önden, 
Kendime bir sahne buldum oynadım. 
Öyle bir rol vermişler ki, 
Okudum okudum anlamadım. 
Kendi kendime konuştum bazen evimde, 
Hem kızdım hem güldüm halime, 
Sonra dedimki 'söz ver kendine' 
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin, 
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin, 
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin. 
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin. 
Öyle bir hayat yaşadım ki, 
Son yolculukları erken tanıdım 
Öyle çok değerliymişki zaman, 
Hep acele etmem bundan, anladım... 

Nietzsche 

Neyi arıyorsan sen o sun

Neyi arıyorsan sen O’sundur” der Mevlana…                                     
Zulmün peşindeysen zalimsin, aşkı arıyorsan aşık…
Elinden tuttuğumuz her sevgili, bizi sürükleyip, kendi iç dünyamızın derinliklerinde bir keşif gezisine çıkarır. Her ilişki , benliğimizde bir kazıdır aslında , her sevda ruhumuzun bir başka yüzü… Her askta kendimizi ararız; o yüzden bulduklarımız, benzerimizdir. Resimlerini yan yana koyun sevdiklerinizin ve dikkatle bakin yüzlerine, onların suretlerinden kendi yüzünüz bakacaktır size…
Ask denilen kaleydoskopun buzlu camına gözünüzü dayadığınızda, bin bir camın rengarenk ışıklar saçarak döndüğünü ve her seferinde bambaşka şekiller ördüğünü görürsünüz. Her camda, farklı bir renginiz vardır; her şekilde sizden bir parça… Aşklarınız hülasanızdır.
Sevdiğiniz her adam, beğendiğiniz her kadın farklı ruh hallerinizi ele verir; arada bir çevirdiniz mi kaleydoskopu, cam parçalar yer değiştirip yeni şekiller alır; hepsi siz…
Sevgilinizin gözlerindeki dolunay, sizdeki ışığın yansımasıdır aslında; dilindeki sizin ilhamınız , tenindeki sizin ısınız…
Yoksa hala bir sevdiğiniz , o henüz kendinizi bulamadığınızdandır…
Aşk, narsizmdir. Kendimiziz her aşkta arayıp durduğumuz , peşinde olduğumuz… Bir omza sığınmanın kendinize açılan kapıları var.
Sevda, çevrildikçe içinizin farklı ışıklarını yakan eğlenceli bir kaleydoskop gibi başımızı döndürüyor. Ve biz,hep baharı takip ederek dünyayı gezen bir gezgin gibi içimizdeki eski baharları arıyoruz.
Narkissos’u bilirsiniz;
Öyle heybetli ve güzelmiş ki, bakmaya dayanamazmış kendine… Gün boyu ayna karşısına geçip kara gözlerini, incecik burnunu, dar kalçalarını, kıvırcık saçlarını seyredermiş hayran hayran…Bir gün ırmak kenarında gezinirken,sudaki yansımasına ilişmiş gözü… Uzanıp, iyice bakmak istemiş. Tam gördüğünde kendini , dengesini kaybedip düşüvermiş ırmağa , kapılıp gitmiş suya…
Yeryüzünün en güzel insaninin öldüğünü duyan Tanrı , unutulmaması için O’nu her bahar açan güzel kokulu bir çiçeğe dönüştürmüş. Narkissos, nergis olmuş.
Kıssadan hisse , benden size tavsiye , taze bir nergis verin bugün sevdiğinize… Sonra da, nerede baharsa mevsim, rotasini oraya çevirip içinizdeki eski baharlara kosan bir gezgin gibi “Bahar getirdim sana” deyin, baharın elinizde olduğunu unutmadan… Gözlerindeki ırmağa baktığınızda kendinizi göreceksiniz; dikkat edin de hayran olup düşmeyin! Düşüp bahar kokulu bir çiçeğe dönüşmeyin…
Can DÜNDAR
(Yârim Haziran’dan)

Bir Dost...

 Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın…
‘Nereden çıktın bu vakitte’ dememeli, bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında; gözünün dilini bilmeli; dinlemeli sormadan, söylemeden anlamalı…
Arka bahçede varlığını sezdirmeden, mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında; sen, her daim onun orada durduğunu hissetmelisin. İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli, kovuklarına saklanabilmelisin.
Kucaklamalı seni güvenli kolları, dalları bitkin başına omuz, yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı…
En mahrem sırlarını verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin; gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz…
Onca dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli, yanlış anlaşılmayacağını bilmeli.

Alkışlandığında değil sadece, asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli. Övmeli alem içinde, baş başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona, övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin.
Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; günahlarının yegane şahidi… Seni senden iyi bilen, sana senden çok güvenen bir sırdaş..
Gözbebekleri bulutlandığında, yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin. Ve sen ağladığında onun gözlerinden gelmeli yaş…
Yıllarca aynı ip üstünde çalışmış, cesaretle ihanet arasında gidip gelen bir salıncağın sınavında birbiriyle kaynaşmış iki trapezci gibi güvenle kenetlenmeli elleri…
‘Parkurun bütün zorluklarına rağmen dostluğumuzu koruyabildik, acıları birlikte göğüsleyebildik ya; yenildik sayılmayız’ diyebilmeli…
Issızlığın, yalnızlığın en koyulaştığı anda, küçücük bir kağıda yazdığımız kısa ama ümit var bir yazıyı yüreğe benzer bir taşa bağlayıp birbirimizin camından içeri atabilmeliyiz:
‘Bunu da aşacağız!
İmza: Bir dost!…’
Yazar : Can Dündar


10 Eylül 2010 Cuma

Hasret..




Ter döküyor dört duvar ter bense beklerim bir gün mutlaka
Ters dönecek anahtarlar bir gün elbet çıkacaksın ışığa
Sen aydınlığa ben sana hasret
Gel eritir demirleri bendeki ateş
Bir gün açılır açılmaz sandığın kapılar vurunca güneş
Bir karanlık daha erişti güne saat neredeyse beş
Sen aydınlığa ben sana hasret
Gel eritir demirleri bendeki ateş
Gün bizim güneş bizim, göğsümüzde ateş bizim
El ele olduğumuz o gün gülmek bizim
Dün bizim yarın bizim, yana yana sevmek bizim
Hasrete vurduğumuz göz göz yürek bizim
Süsledim gelin misali gençliğimi sandığıma kaldırdım
Sensiz geçen yılları sildirdim sana yeni zaman aldırdım
Sen aydınlığa ben sana hasret
Gel eritir demirleri bendeki ateş
Gün bizim güneş bizim, göğsümüzde ateş bizim
El ele olduğumuz o gün gülmek bizim
Dün bizim yarın bizim, yana yana sevmek bizim
Hasrete vurduğumuz göz göz yürek bizim
Gün bizim güneş bizim, göğsümüzde ateş bizim
El ele olduğumuz o gün gülmek bizim
Dün bizim yarın bizim, yana yana sevmek bizim
Hasrete vurduğumuz göz göz yürek bizim

Aysel Gürel...


Ben Seni Asla...



Sen hayatımın en vazgeçilmez aşkı
Sen uğrunda en çıldırdığım esmer
Sen yolunda savaşlar verdiğim sevdam
Sen uğrunda ölümlere gidip geldiğim
Sen beklediğim
Sen özlediğim
Sen gizlediğim...

Güneş doğmayı unutabilir
Sabah olmayı
Yağmur yapmayı
Ama ben seni asla...

Çiçekler açmayı unutabilir
Kuşlar uçmayı
Baharlar gelmeyi
Ama ben seni asla...

Ne zaman bir şiir okunsa aklımdasın
Ne zaman bir telefon çalsa karşımdasın
Sen tanrımın en güzel armağanı
Sen hayatımın en gerçek yalanı
Sen bütün huylarımı ezbere bilen
Sen gözyaşlarımı en iyi silen
Sen dünyanın en güzel kadını

Sen yemeğimin tuzu
Yüreğimin buzu
Anasının en güzel kızı
Sen kalbimde en tatlı sızı
Sen bütün varlığımın en sevimli hırsızı
Sen sevdikçe sevilesi
Övdükçe övülesi
Öptükçe öpülesi aşkım...

Sen beni yokluğuyla delirten
varlığıyla yolumu yolundan çeviren
Sevdasıyla beni bir dağ gibi deviren kadın
Bundan böyle senden sorulsun günahlarım
Sende bütün sorularım
Sende bütün cevaplarım
Adam olmuşsam senden
Katil olursam senden
Ben çoktan vazgeçtim kendimden
Ama senden
Asla kadınım
ASLA! ...


9 Eylül 2010 Perşembe

Mevlana'dan...


Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı ögrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladim sevdiklerimi. ..
Ağladım.
Yaşamayı ögrendim.
Dogumun, hayatın bitmeye başladığı an oldugunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar oldugunu
ögrendim.
Zamanı ögrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacagını,
zamanla barışılacağını, zamanla ögrendim...
Insanı ögrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler oldugunu...
Sonra da her insanın içinde
iyilik ve kötülük bulundugunu ögrendim.
Sevmeyi ögrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı oldugunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kuruldugunu
ögrendim.
İnsan tenini ögrendim.
Sonra tenin altnda bir ruh bulundugunu. ..
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde oldugunu ögrendim..
Evreni ögrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını ögrendim.
Sonunda evreni aydinlatabilmek için önce çevreni
aydınlatabilmek gerektigin ögrendim.
Ekmeği ögrendim.
Sonra barış için ekmegin bolca üretilmesi gerektigini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin,
bolca üretmek kadar önemli oldugunu ögrendim.
Okumayı ögrendim.
Kendime yazıyı ögrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi ögretti bana...
Gitmeyi ögrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime ragmen gitmeyi...
Dünyaya tek başına meydan okumayı ögrendim genç yaşta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektigi fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektigine aydım.
Düşünmeyi ögrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi ögrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yikarak düşünmek
oldugunu ögrendim.
Namusun önemini ögrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk oldugunu;
gerçek namusun, günah elinin altindayken, günaha el
sürmemek oldugunu ögrendim.
Gerçegi ögrendim bir gün...
Ve gerçegin acı oldugunu...
Sonra kararında acının, yemege oldugu kadar hayata da
lezzet kattığını ögrendim.
Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının
hayatı tadacağını öğrendim.
Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya ...
Kalp durur ...
Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur ...



MEVLANA



8 Eylül 2010 Çarşamba

Acı...

İnsan en çok neyi öğreniyor hayatta. Sevmeyi, terk, etmeyi, unutmayı, anı biriktirmeyi. .Kanatlarıma mavi düşler takıp yolculuğuma böyle devam etmeyi çok isterdim .Zamana değmiyor elim .Değiştirmeye kıyamıyorum eskilerimi . Aklımın çekmeceleri hep dağınık. Bir filmin karesi gibi bakıyorum hayata uzaktan. Değiştirilmesi güç fotoğrafların peş peşe sıralanması gibi.Birini çıkartırsam diğeri eksik kalıyor.Ne tamamen yürek diye biliyorum nede sadece akıl. Ruhumu Bu bedene Bedenimi dört duvarlı bu odaya ,bu odayı da bu şehre hapsettim…





Bir insanın yaşaya bileceği tüm duygular geçti üzerimden. Ölüm acısını, ayrılığı, terk edilmeyi, aldatılmayı, hepsini yaşadım.Bir insanın tanıya bileceği bütün insanları tanıdım hiç birisi uzak değildi bana yanı başımdaydı hepsi yalancılar ,sahte yüzler,güvensizler,güvenilmeyecekler. Biliyorum ki hayat insana en çok yaralarını pansuman etmesini öğretiyor… Çoğalarak azalıyorum hepsi bu…
Sen şimdi izlediğin gördüğün bir acıya ağlıyorsun sessizce. Bense kaybettiklerime ,arta kalan zamanlarda yitireceklerime en çok da göremeyecek olduklarıma ağlıyorum…..
Sen şimdi bir bahar akşamında kaçırdığın düşlerine keşkeler saydırıyorsun. Bense yaşayamadığım onca zamana. Zorla dayatılıp ta kabul etmek zorunda olduklarıma. Ufacık bir anda avucumdan kayıp giden bir ömre……
Sen şimdi mutlu olduğun anların hayallerini kuruyorsun .Bense mutluluğun ne olduğunu bilmeyen insanlarla yaşıyorum....
Sen şimdi kocaman bir hayatın hesabını tutuyorsun zihninde.Bense geçmişte bıraktığım koca bir zamanın hesabını veriyorum kendime ....
Ben acı çekmek istemedim hiç .Aksine mutlu olmayı çok isterdim biliyor musun?.