30 Kasım 2010 Salı

Benim Gibi


Yalnızca yağmur yağdığında 
Seviyorum bu şehrin insanlarını.. 
Herkesin yüzü gözü ıslak, 
Başları eğik omuzlarının arasında.. 
Yağmur yağdığında... Herkes.. 
Benim hep olduğum gibi...

Ceyhun Yılmaz


29 Kasım 2010 Pazartesi

Eksiklik...

Asıl eksiklik, eksik olduğumuzu düşünmekti. Asıl eksiklik, çareyi başkasında aramaktı. Hayatın matematiği farklı; iki yarımı toplayınca bir etmiyor. İnsan tek başına mutsuzsa başka biriyle de mutlu olamıyor. Önce yalnızdık. 9 ay boyunca karanlık bir yerde dışari çıkmayı bekledik ve dünyaya ağlayarak geldik. Pişman gibiydik. Ya da mecburen gelmiş gibi. Biraz büyüdükten sonra, kendimizi bildiğimiz anda, içimizi kemiren, kalbimizi kurcalayan o tuhaf duyguyu hissettik :
Bir yerde bir eksik var.
Korktuk. “Bunun sebebi ne?” diye sorduk kendimize. Cevabı yapıştırdık:
Demek ki sahip olmadığımız bir şeyler var. O yuzden eksiklik hissediyoruz.”
Peki, neye sahip olmamiz gerekiyor?
Çocukken,”yaşımız küçük” diye düşündük. Her istediğimizi yapamıyoruz. Kurallar, yasaklar var. Büyüyünce her şey yoluna girecek. Büyüdükçe bir şey değişmedi. Yine huzursuzduk. İçimizden bir ses aynı sözcükleri fısıldıyordu:
“Bir eksik var.”


Kafamiz karıştı.
Nasıl kurtulacağız bu iğrenç duygudan? Nasil geçecek bu?
Aklimiza yeni cevaplar geldi: Okulu bitirince geçecek. İşe girince geçecek. Para kazanınca geçecek. Tatile gidince geçecek…

Okulu bitirdik. Diploma aldık. İşe girdik. Kartvizit aldık. Çalıştık. Para kazandık. Taşındık. Araba aldık. Çalıştık. Eve yeni eşyalar aldık. Tatile gittik. Dans ettik. Terfi ettik. Kartviziti değiştirdik. Daha çok çalıştık. Daha çok para kazandık. Çalıştık, çalıştık… Geçmedi!
“Bir yerde bir eksik var” hissi, hala orada duruyordu. Bu sefer de “sevgilimiz olunca geçecek” dedik.”Yalnızlığımız sona erince bu illetten kurtulacağız.”
Eksikliğin sebebi, yanlış yere bakmak
Beklemeye başladık. Derken, biri çıktı karşımıza. Aşık olduk. VE anında başka biri olduk.
Daha güçlü, daha güzel, daha akıllı biri. Hesap cüzdanları, kartvizitler, hatta ilaçlar bile boyle hissetmemizi sağlamamıştı. Sevgilimizin gözlerinde, daha once bize verilmemiş kadar büyük sevgi ve hayranlık gördük. Sevgilimizin gözlerinde Tanrı’yi gördük. Işığı gördük. “Tünelin ucundaki ışık bu olmali” diye düşündük “kurtulduk.”

Sonra bir gün, daha dün bize deli gibi aşık olan insan çekip gidiverdi. Ya da artık eskisi gibi sevmediğini söyledi. Ya da başka birine aşık olduğunu söyledi. Ya da daha kötüsü, başka birine aşık oldu ama söylemedi. Telefonu açmamasından, elimizi tutmamasından, sevişmemesine bahane bulmak zorunda kalmamak icin biz uyuduktan sonra yatağa gelmesinden anladık, bir terslik oldugunu…
Belki de sevmekten vazgeçen veya terk eden sevgilimiz değildi, bizdik.
Fark etmez. Sonuçta aşk bitti.

Şimdi her yer bomboş. Şimdi tekrar yalnızız. Başladığımız yere döndük. Yıllarca uğraştık, eksiğin ne olduğunu bulamadık. Halbuki her şeyi denedik, her yere baktık. Öyle mi?
Bakmadığımız bir yer kaldı. İçimize bakmadık. Eksik parçayı dışarıda aradık ama içimizde saklı olabileceğini akıl etmedik. Birilerini sevdik, birileri bizi sevsin diye uğraştık ama kendimizi sevmedik. Şaşıracak bir şey yok, tabi ki sevmedik. Kendimizi sevsek bu kadar koşturur muyduk? Canımız yanmasın diye duvarların ardına saklanır miydik? Kendimizi boş sanıp doldurmaya uğraşır mıydık? Terk edilmekten korkar mıydık?
Asıl eksiklik, eksik olduğumuzu düşünmekti. Asıl eksiklik, çareyi başkasında aramaktı. Hayatın matematiği farklı; iki yarımı toplayınca bir etmiyor. İnsan tek başına mutsuzsa başka biriyle de mutlu olamıyor. “Herkes beni sevsin” diye uğraşınca kimse gerçekten sevmiyor, herkes sevgisine şart koyuyor, sınır koyuyor.
Oysa “kendime duyduğum sevgi bana yeter” diye düşününce, kendimizi olduğumuz gibi kabullenince yarım tamamlanıyor. Her şey bir oluyor. İste o zaman perde aralanıyor. Acı diniyor. İste o zaman başka ’bir’ iyle bir araya gelerek, hesabın kitabın, korkunun kaygının hüküm sürdüğü sahte bir sevgi yerine, gerçek bir sevgi yaratılabiliyor.
Sonsuz sevgilerimle…
Yazan : Can DÜNDAR




Mutlu Aşkın Logaritması

Aşkın kimyası olduğuna inanan çoktur da matamatiği olduğuna inananlar azınlık olmaktan öteye gidemezler. Ancak bir grup matematikçi tarafından yürütülen çalışma ile mutlu aşkın logaritmik formülü bulundu. İşte bir birlikteliğin zamana dayanıklı olması için gereken kıstaslar… Matematikçiler bazen herşeyi formül ve denklem olarak görür ve düşünürler. Akıl sır ermez, mantığa veya hesaba gelmez konularda bile. Mesela son olarak, İsviçreli matematikçiler ideal evliliğin logaritmik formülünü bulmaya karar verdiler. Bunun için, büyük bir sabırla, 5 yıl boyunca 1.074 çifti izlediler, aşklarını, kavgalarını, ayrılıklarını incelediler. Ve araştırmalarının sonucunu European Journal of Research adlı bilimsel dergide yayımladılar.

Tabii ki öyle romantik bir yazı beklememek gerek. Çünkü, ortalama matematik bilgisine sahip insanların içinden çıkamayacağı son derece karmaşık hesapların sonucunda, bir evliliğin, bir birlikteliğin uzun süreli olması için ’olmazsa olmaz’ şart olarak 2 temel kıstası belirlediler:

(1) Erkek kadından 5 yıl büyük olmalı
(2) Kadının zekası erkeğinkinden en az yüzde 27 daha yüksek olmalı.
(Not: Araştırmada ’zeka’ kriteri olarak diploma alınmış nedense, IQ değil.)

Bunun dışında, çiftlerin mutluluğunda ’ikincil’ rol oynayan kıstaslar da var. Mesela aynı kültürel mirasa sahip olmak. (Burada İsviçreli olmak.) Yahut daha önce boşanmamış olmak gibi.
Tabii bu arada matematikçiler, insanın ilk aklına gelen sorulara cevap vermiyorlar:
Niye kadının erkekten daha zeki olması gerekiyor?
Acaba, erkeği tek eşliliğin faziletlerine inandırmak için mi? Yoksa acaba, kendini kadından güçlü sanan erkeklerin aslında kendilerine kol kanat gerecek, sahip çıkacak bir kadına ihtiyaçları mı var? Yahut da, erkekler ’kadının fiziği önemli değil, önemli olan zekası’ derken, ikiyüzlülük etmiyorlar da doğruyu mu söylüyorlar acaba?
(Martine Perez’in haberinden, Le Figaro 10.03.2010)
Kaynak : hurriyet.com.tr




Öylesine Bir Mektup..

Öyle içimdesin ki. Yanağımda dolaşan rüzgardan daha gerçek dokunuşların. Küçük, ürkek, kesik dokunuşlarınla, belki de her zamankinden daha yanımdasın. Yani öylesine, o kadar bensin ki. Ah nasıl anlatsam. Boşuna bu çabalarım, doğru kelimeleri aramalarım. Ne kitaplar yazıyor, ne de sözlüklerde karşılığı var. Yalnızca hissediyor insan, yaşıyor. Kelimeler eksik, kelimeler yaralı. Kelimeler cılız.

Taşımıyor, anlatmıyor, tanımlamıyor bu duyguyu. Ben de. Çok başka bir şey. Sevginin ortasında, derin acılar hisseder mi insan? Aydınlık gülümsemelerin içine, hüznü yerleştirir mi durup dururken? Gözlerine buğu,diline sitem, yüreğine burukluk, çöreklenir kalır mı asırlarca?
Gelmeyeceğini bildiği mektup için, posta kutusunu hep aynı heyecanla açar mı? Dedim ya, başka bir şey bu. Ne kadar yalnızsam, o kadar seninleyim şu günlerde. Belki de en başta, tutup seni en derinlere koydum diye oldu bunlar. Kimseler ulaşmasın diye, kimselerin bilmediği, bulamayacağı yollara götürdüm seni. En derinlerde tuttum. Bana sakladım. Derine, hep daha derine.
Seni yapayalnız, bir tek bana bıraktım. Paylaşamadım yanlış yaptım. Sana ulaşan yolları kaybettim diye bütün bu şaşkınlıklar. Kendimi oradan oraya vurmam. Sağımda, solumda, ne zaman dikildiğini bilmediğim duvarlara çarpmam, hiç görmediğim çukurlarla boğuşmam. Denizlerin, gürültüyle gelip vurduğu dehlizlerin, acılı duvarları gibiyim.
Duvarlarım yosunlu, duvarlarım kaygan, duvarlarımdan hiç tükenmeyen sular sızıyor. Tutunamıyorum. Renklerim, gün içinde değişiyor. Soluyorum, soğuyorum. Güneş ulaşmıyor içerilerime. Küfleniyorum, yaşlanıyorum. Yalnızlıklar peşimde. Dokunduğum her ıslak duvardan, pis kokulu bir yalnızlık bulaşıyor üstüme. Yapış yapış, vıcık vıcık bir yalnızlık bu. Biliyorum, bütün bunlar, hep benim suçum.
Seni sakladığım yere ulaşamaz oldum. Yollar, gitgide uzadı ve karıştı. Ümidimi ısıtacak, parlatacak, kımıldatacak bir şeylere ihtiyacım var. Ah onun ne olduğunu biliyorum. Sonu sana geliyor her cümlenin. Her şeyin başı içinde ve sonundasın. Bu değişmiyor. Öyle içimdesin ki. Birden aklıma geldi, tuttum sana bir mektup yazdım dün.
Çok mutluydum. Gün içinde neler yaptığımı, nelere kızıp, nelerle mutlu olduğumu, tek tek anlattım. Mevsimlerin ve insanların nasıl karışık ve beklenmedik olduklarını yazdım.
“Yine zamansız yağmurlar” dedim, “Daha önce, hiç bu kadar zayıf değildi güneş ışınları” dedim, “Gerçekten buradaki şarkıları hiç öğrenmeyecek, bilmeyecek, söylemeyecek misin?” dedim. Çok uzun bir mektup oldu. Başından sonuna kadar okudum da.
Neler yazmışım diye merakımdan.
Sonra çekmecemden bir zarf çıkarıp, adını yazdım. Büyük harflerle, yalnızca adını. Adresini bilsem gönderir miydim, bilmiyorum. Mektup cebimde. Cebim yüreğime yakın. Yüreğim sende. Sen yüreğime yakın. Öyleyse mektup sende.
Can DÜNDAR

sensizlik...

Bir garip hüzün çöker insana                                                    
El ayak çekilince

Tek başına kalırsın dünyada
Etraf sessizleşince

İnan bu ev alışamadı
Hiçbir zaman sensizliğe

Şimdi sensizlik oturuyor
Kalkıp gittiğin yerde

Yalnızlığa elbet alışır bedenim
Yalnızlıkla belki de başa çıkabilirim

Çok zor gelse bile yaşar öğrenirim
Sensizlik benim canımı acıtan

Bir derin korku düşer ruhuma
Duvarlar seslenince

Karanlık oyun oynar aklıma
Gölgeler dans edince

İnan bana alışamadım
Hiçbir zaman sensizliğe

Şimdi sensizlik dolaşıyor
Çıkıp gittiğin bu evde... 

Aşk deprem gibidir...

Ne zaman kimi vuracağını asla bilemezsiniz.

Gece yarisi aniden, dipten yukselen coskulu bir dalga gibi kabarir içinizde.
Toprak ayaginizin altindan kayiyor gibi olur ve en hazirliksiz oldugunuz anda bütün siddetiyle vurur.
Sarsilir, neye ugradiginizi sasirirsiniz.
Heyecan,korku, kararsizlik, cesaret, aci, ofke,huzun,merhamet, siddet kaplar bir anda dunyanizi.

Es dost yardima kossa da kolay toparlanamazsin.

Bittiginde agir bir enkaz birakir geride.

Daha kotusu, “tamamen bitti” sandiginiz sarsinti, hafif bir siddette artci soklar halinde yillarca surebilir.
Kalbinizdeki kirik hat ara sira yoklar yeniden…


can dündar.
.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Tersten Yaşamak


Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir..
Şüphesiz ki yaşamı tersten yasamak daha güzel,
Hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mi ?
Cami'de uyanıyorsunuz. Bir tahta
sandık içersinde, Herkes karsınızda
saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor
ve tüm haklar helal edilmiş
vaziyette.tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı,
Olgun ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir
İtibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi
Hazır.arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size
maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı
alıyorsunuz. Ne güzel, hazır maaş, hazır ev....
Altmışlı yaslara kadar hersek garanti, huzur
içinde yaşıyorsunuz. Sağlığınız gittikçe düzeliyor,
kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz. Bir gün
çalışmak istiyorsunuz ve ise ilk başladığınız gün
size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın
kol saati veriyor patronunuz.. Ve genel müdürlük
veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir
insan olarak ise başlıyorsunuz. Herkes karsınızda
el pençe divan...vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler
de başlıyor. Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor,
fevkalade.....aman ne güzel günler başlıyor...
Derken bir gün patron size artık üniversiteye
gitsen daha iyi olur diyor. Bu arada babanız ortaya
çıkmış, "fazla çalıştın" diyor "artık eve dön, isi
bırak, okumaya basla, harçlığın benden olsun..." keyfe
bakar misiniz ?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden,
su gölden bir dönem başlıyor. Partiler, diskotekler,
kızların sayısı artıyor. Derken Anne ve babanız sizi
götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma derdi de yok
artık....
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, "evde otur,
keyfine bak, oyuncaklarınla oyna" Diyorlar..
Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı
bile Temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor
ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün size süt verme
kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor.
Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde
hazır. Bir gün karanlık ilik ve sıcak bir ortama
giriyorsunuz. Beslenmek için ağzınızı açmaya
dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor,
sıcacık, yumuşacık, gürültü ve patırtısız bir
ortamda yasıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir
hücre halini alıyorsunuz.
Ve günün birinde müthiş bir
Olayla hayatınız bitiyor...

Can Yücel

26 Kasım 2010 Cuma

Sırrı Aşk...

Salt sırdır aşk.                                                 
Aşk bir kişilik sırdır, 
İki kişiye müsaadesi yoktur. 
Zaten aşk tekildir. 
Sevilen hiçbir zaman aşkın içinde değildir. 
Aşkın içinde seven vardır o kadar. 
Sevilenin haberi bile olmayabilir aşktan, 
Olması önemli de değildir üstelik. 
Aşk tekil olduğu için sırları da, 
Kederleri de, 
Acıları da, 
Firkati de, 
Hicranı da, 
Ggözyaşı da, 
Ateşi de tekildir. 

Yani içinde bulunduğu ateş sadece bir kişiyi yakar, 
Gözyaşı da bir kişiden akar, 
Ayrılığı bir kişi çeker. 
Aşkı bunlar çoğaltır, 
Aşkın "eksilmeyen fakat artan" özelliği aynı zamanda buradan beslenir. 

Gözyaşı aşkı artırır, 
Hicran, hasret bu duygular aşkı devamlı büyütür, 
Katmerler, yuvarlar bir çığ gibi.
Yani aşk, acı çekmeyi bastan göze almayı gerektiriyor. 
Aşkın bir tarifi de acı ve bütün bu acılardan duyulan mutluluk. 
Onun ötesinde de insanın kabiliyeti. 
Aşk her gönülde ayni kıvamda varolamaz. 
Gönül medeniyetindeki gönüllerimiz aşkı değişik boyutlarda alacaktır, 
O zaman işin içine sırrı da girer. 
Yani benim sırrım benim kalbime sığacak olan kadardır, 
Daha ötesini kaldıramaz. 
Sır, acı ve hasret varsa aşk vardır ve o aşk tekildir bir kişiyi ilgilendirir. 

Biz aşkı genel kabulümüzde "beşeri aşk" derken bir zaaf olarak algıladık 
"İlahi aşk"ı da bir hedef olarak gördük. 
Beşeri aşkın ve İlahi aşkın ikisinin de ayni anda ve ayni bünyede tezahürü bir geçiş itibarıyla mümkündür.

İskender Pala