8 Mart 2010 Pazartesi

uzaklık...

Sen yine uzaktasın. Bu kez farklı da olsa, aradan ne kadar zaman geçtiğini anımsamadığım bu ikinci ayrılığın ağırlığı koyu bir bulut gibi çöktü yüreğime. Belki yine aynı şehirde oluşun, belki de bu gidişin, bir süredir etrafımızda dolaşan nihai ayrılık rüzgârının etkisini sürdürdüğü bir döneme denk gelmiş olmasıdır bunun nedeni. Ya da tamamen farklı bir neden: Bir süredir içinden çıkamadığım, yeterince anlamlandıramadığım, sanki bir oyunun içindeymişim hissi. Bir oyunsa bütün bunlar, katılıp katılmayacağım sorulmadan dahil edilmem oyuna, hakiki bir nefret olarak karşılığını bulur emin ol. Yok değilse, aslında yine bir oyundur. Bu kez senin de ayrımına varamadığın bir oyun. Zira benim bunca deneyimim, örneğin bir katil figürünün ve bir cinayet mizanseninin ne 'hakiki' katilden ne de cinayetin kendisinden daha tehlikeli olmadığını söylüyor. Bense hayatı sadece doğum ve ölüm ânında ciddiye alanlardanım. Her zaman herhangi bir şeyin, örneğin iyiliğin ya da kötülüğün, güvenin ya da tehlikenin etrafında dolaşmak-tansa içine dalmayı tercih etmişimdir. Bu şekilde kendimi yaşıyor hissediyorum. Hayatı hissetmekse tek güven kaynağım.
Aşka gelince...
Her zaman aşkın kimsesiz, usulca ve erkekçe hissedilen bir duygu olduğunu savunmuştum. Ama sonuçta bir duygu. Bir duygu hayatın gerçekleri karşısında nedir ki?
Günlerdir uzaktasın. Uzaklık için mesafelerin hiçbir önemi yok. Sen de bilirsin, bazen yanyana olsan da uzaksındır. Bu uzaklık, duygularımızın önündeki en ciddi engel. Duygular, mesafelerin koyduğu uzaklığı aşabilir belki; ya görünmez uzaklıkları?
Aslında günlerdir uzaksın. Ama her uzaklık, başka bir yakınlığa denk düşer: 'Hayattan uzaksan ölüme yakınsındır.'
Duygularımın uyuştuğunu, uyuduğunu anlayabiliyorum. Sanırım bu bahar coşku trenini kaçırdık. Bugün bir ara Sultanahmet'e çıktım. Sultanahmet Camii'nin önündeki banklarda uyuyakalmışım. Bahar güneşinin insanı incitmeyen, adeta tenini okşayan sıcaklığıyla uyandım. Sonra, parklardan birinde, bir bankın kenarına iliştirdiği araç gereciyle çay yapıp satan yaşlı bir kadın gördüm. Cılız sesiyle "Taze çay var beyler, taze çay!" diye bağırışı içimi cızlattı. Orada, gerçekten de uzun zamandır içmediğim tazelikte ve lezzette iki bardak çay içtim.
Aklımda sen vardın.
Bahar aylarında Sultanahmet'i, hele bir de cuma günüyse görmek gerekir. Camilere giren çıkanlar, turistler, çevredeki işyerlerinden kaçamak yapanlar, sevgililer, yalnızlar, işsiz-güçsüzler, okulu kıran liseliler, üniversiteliler...
Onların arasında kaybolmak hep iyi gelmiştir bana.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yorumsuz bir hayatı seçiyorum demeyelim :)))